Şehzadeler şehri; her ne kadar Kütahya, Trabzon ve Bolu için de söylenir olsa da, bu tabirin en çok yakıştığı ve -kazandırdığı şahsiyetleri de dikkate alırsak- bu sıfatı en hak eden şehirdir Manisa.
Kolay değil.. Günümüzden dört bin yıl geriye uzanan bir serüven bekler bu şehrin tarihine meraklananları. Anadolu henüz Türk kelimesi ile bağdaştırılmamıştır. Lidya (Lydia) adındaki uygarlığın içindedir bu bölge o vakitlerde.
Lidya uygarlığı merkezi açıdan, güneyde günümüzün Küçük Menderes havzasından başlayan (Ödemiş, Tire, Kiraz), kuzeyde Manisa’ mızı ve Uşak’ ı içine alan bölgede hüküm sürmüş, yaklaşık milattan önce 550’ li yıllara değin.
O zamanlarda bile; tarım ve hayvancılığı ile, süvarileri ve madenleri ile nam yapmış Manisa ve civarı.
Bu bölge; tarih boyunca o kadar zenginliğe ulaşmıştır ki, krallarından biri sadece bizde değil, birçok doğu ve batı kültüründe zenginliğin ifadesi olmuştur. Bu kral, milattan önce 560-547 yılları arasında yaşayan Kroisos’ tur.
Bizdeki ismiyle Karun.
Hani şu zenginliğin doruklarını betimlemek için kullandığımız isim.
Anadolu’ nun Türk hakimiyetine girmesinin akabinde; 1313 yılında Saruhan bey fethetmiş Manisa’ yı, sonrasında 1405’ de Çelebi Mehmet (1. Mehmed) tarafından alınarak Osmanlı hakimiyetine girmiş. Bu tarihten, 26 Mayıs 1919 yılında düşman işgalinden kurtulana kadar Manisa; özellikle limanlara yakın olması, padişah adayı şehzadelerin ili olması, dokumacılık, ziraat ve tarımdaki öncülüğü sayesinde, tarih sahnesinde ilk duyulduktan günümüze kadar her daim dikkat çekmiştir.
Burada yaşıyor olmaktan son derece bahtiyarım. Doğasını, havasını, dağını, ovasını ve dahası insanlarını seviyorum.
İlk köşe yazarlığı tecrübeme, havasını teneffüs ettiğim şehirden bahsederek başlamak istedim.
Bu masum tarihsel girişle yapılan başlangıç kimseyi yanıltmasın, zira denememelerin konusu ekseri “Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmek” üzerine olacaktır. Damarlarımızdaki kanın asilliği, bizatihi bu ülkenin kurucusu tarafından onanmıştır.
Yazacaklarımı
denememeler başlığı altında yazacağım. Yukarıdaki birkaç cümlenin telaffuz edilmesinin dahi “cesurca” kabul edildiği ülkemde, düşünceleri kaleme almak, yazı yazma deneme’ si değil denememe’ si olsa gerek. Ve fakat, bu tabiri ilk kullanan kişiyi, üstat Ferhan Şensoy’ u da anmadan ilk yazımı bitirme cüretinden yoksun olduğumu da itiraf edeyim. Uzun ömürlü olsun. Böyle üstad-ı kalemlere ihtiyacımız var her alanda..
Gerek kapanımlar gerek açılımlar, gerek çekiçler gerek balyozlar...
Velhasıl, bundan kelli güzel ülkemiz üzerine denememeler kaleme alacağız bu satırlarda.
Sürç-i lisan ettiysek affola...
Abdül Canbaz