Arapalan Meydanı müzayedeyi andırıyordu narin bacaklı semerlerinden küçük eşekler, doru, kula, beyaz mahşerin dörtatlısı her birinde kiraz küfeleri, önü çeken körük çizmeli kilot pantolunlu sekiz köşe kasketiyle öncü atın ipi elinde, arkada gelin alayı renkli giysileri ile yaşmaklı kadınlar kızlar, kervanın semerlerine bebekli anne kolları gibi sarmalanmış küfelerde çocuklar, kiraz mı toplanacak düğüne mi gidilecek bir çoşku bir heyecan yumağı meydanda.
Gümüş renkli kayalarının altından kaynayan cıva renkli, soğuk mu soğuk adı gibi mahzen çeşmesinin yaylasuyu, ulu çınarın dibinden gün yüzüne çıkarken kadim dostu çınarla aynı yaşı paylaşıyordu.
Meydandan çıkışta mahzen çeşmesinden son defa sulanan kervan. Dönerek yükselen yolda ağır ağır ilerliyordu.
Küçücük ellerimle küfenin kenarlarına benim olan dünyalara tutunmuş, derin küfeden gözüken başım, rasathane radarı gözlerimle güneşe biraz daha yaklaştığımız Sivrice'den ufukla gökyüzünün bir olduğu sisli mavinin altında ki Manisa'yı seyrediyorum.
Mola verilmişti.
Bu yönden Manisa; gecekonduların istila etmediği istenmeyi bekleyen kız misali. Bahçe ve sokakta ki yeşiller, bir karışlık beyaz yer evleri ile papatya tarlası Narlıca ve Göçmen Mahalleleri; yosunlu kırmızı, yeşil kahve renkli kiremitleriyle empresyonist akımın öncülerinden Monet'in bahar tablosuydu.
Haberleşme dumanlı sigaralar Sivrice Tepesi'nden yükselirken, salkın söğütlü yağmur ormanında ki Anakonda Gediz ağır sakin kıvrılarak akıyordu. Moladan sonra Sivrice'den bakınca ucu gözüken uzunca dar yol; dağın sırtında ki Sırat Köprüsü'nden sallanan küfelerin içinde ki günahsız bebeler korkusuz geçerken serinleşen hava yaylaya yaklaştığımızın ürpertisini hissettiriyordu.
Gölgelerin yeşile boyandığı ağaçların tünelimsi yoluna giren kervan tek sıra ilerlerken vakit İkindi olmuştu. Tünelin ucuna takılı meydanın ortasından akan suyun yüzünüzü yıkadığı buğusu, berraklığının masumiyeti, masalımsı fasulye ağaçı görünümlü Ulu Ceviz ağaçlarının el sıkacakmış gibi eğilmiş sizi karşılayan dalları Sultan Mustafa suyunun üstüne yıllarca kol kanad germişler.
Yılların yorgunluğunun emeği ödenmiş Sultan Mustafa demişler çeşmesine suyun. Şehzadelerin saray gülistanına hayat veren, sofralarında şifa olduğu su. O ihtişam o paye ile şarıl şarıl harıl harıl tarihi anlatıyor.
Kervan çözüldü, beyaz badanalı yıkık çarpık taş duvarının üstünden alındı sevinçlerinin yorgunluğa galip geldiği çocuklar. Küfeden kucaklanışları başlarını göğe değecek kadar havalandırılıyordu her biri.
"Sepeti ver","mandal askı nerede", "haydi sallanmayın" bağırışmalarının telaşa karıştığı kaygıya karşılık bebelerin kaygısız sevinç nidalarının koşuşturmacaları.
İşte kiraz zamanı.
Yorgunluğun ağırlığı ile uyuya kalıyorum; aklımızın ermediği büyüklerimizin öykülediklerini masal edasıyla dinlediklerimi küçücük kafamda çözmeye çalışırken kiraz ağacının beni uyandırmak isteyen yaprak hışırtıları altında hasırlı minderin üstünde.
Çocukluğumun derin uykularında izlerinin toprağa karışmış renkli camlarını topluyorum eşeleyerek Sultan Mustafa'nın masal sarayını bulmak ister gibi.